Muş

MUŞ HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER
Doğal, tarihi ve kültürel değerler bakımından büyük bir turizm potansiyeline sahip olan Muş, Doğu Anadolu'nun Yukarı Murat-Van bölümünde, Çar Deresi ve Korni Deresi arasındaki ovaya kurulmuştur.

Urartulardan başlayan köklü kültür tarihi, ilin hiç şüphesiz en önemli turizm kaynağıdır. Kış ve doğa sporları bakımından büyük bir potansiyele sahip Muş ilinde henüz bu yönde yeterli turizm yapılanması bulunmamakla beraber, çalışmalar sürdürülmektedir.

Karayolu
İl merkezine uzaklığı 2 km olan terminale şehir içi dolmuşlarla ulaşmak mümkündür.

Demiryolu
İl merkezine uzaklığı 3 km olan garın şehir içi dolmuşlarla ulaşmak mümkündür.

Havayolu
İl merkezine uzaklığı 16 km olan Muş Havalimanına ulaşım Muş Ovası Servis aracı ile sağlanmaktadır. 

PIRVAZ: Kelem (lahana) yaprakları iyice temizlenir aralarına biber, sarımsak serpilir çömleklere doldurularak kışa saklanır.
 
ÇORTİ Kelem yapraklan küçük küçük doğranır. Küçük, küçük doğranan soğan ve reyhan gibi bitkilerde  (karasa) büyük küplere doldurulur. İçine bolca su konur. Hazırlanan ekşi hamur içine atılır. Üzeri iyi kapatılarak kışa saklanır. Her evde mutlaka yapılır. Kışın kemikli et (Özellikli bel kısım  (komik) eti ve Boççik–kuyruk kısmı- ) den (dövme) ile pişirilir. Üzerine tereyağı dağlanarak dökülür.
Çorti’nin bir de rivayeti vardır. Buna göre “Lokman hekim” gezileri sırasında Muş’a da uğramış. Halkın çoğunluğunun “kelem” (lahana) yediğini görünce, “Burada bana çok iş düşecek. İlkbahar geldiğinde, bunların çoğu hastalanacak.” diye düşünmüş. Halkın ilkbahar gelip de, karlar eriyince  “uçkun” diye anılan bir bitkiyi yediğini görünce, bu bitkiyi incele­miş. Sonunda, bitkinin, lahananın çokça yenilmesinden doğabilecek hastalıkları yok ettiğini tespit etmiş. Lokman hekim, bu gerçeği şöyle dile getirmiş: “Allah derdi vermiş, beraber dermanını da vermiş.”
 
PINAĞUN: Ekmek evlerde yapılır. Yazın her aile nüfusuna göre buğday temin eder. Buğdaylar arabalarla çuvallara doldurularak değirmene yollanır. Değirmenden sıra alınır. Bu konu aileler için bir nevi şenlik sayılır. Ailenin en büyüğü özellikle anneleri değirmene gider. İcap ederse geceyi orada geçirir. Un iyice öğütülünce tekrar çuvallara doldurulur, eve getirilir.
 
MUŞ KÖFTESİ( Hafta Direği)
Kızıl iyice dövülür veya çekilir. İnce çekilmiş bulgurlar iyice yoğrulur. Daha lezzetli olabilmesi için de içine bir iki tane yumurta kırılır. Sonra küçük küçük kesilerek yuvarlak yapılır. İçi oyulur. Daha önce hazırlanan karni tür köfte içi köftenin içine doldurularak yuvarlak yuvarlak yapılarak tencereye konur. Köfte için soğan küçük küçük doğranır içine nar daneleri veya suda haşlanmış pirinç doldurulur, karıştırılır sonra yağda kavrulur üzerine biber dökülerek köftenin içine konur. Suda haşlatılır. Tabaklara dizilerek üzerine yağ dökülür. Her evde mutlaka her haftada bir defa yapılır bunun için adına hafta direği denmiştir.
 
HAZÜT (Hez) DOLMASIYağlı et iyice çekilir. Pirinçle karıştırılır, iyice yoğrulur. Kelem (Lahana) suda iyice suda haşlandıktan sonra ufak ufak parçalara bölünür.  Pirinçle karıştırılmış etin üzerine sonradan sımak ekilir. Lahanaların içine konularak sıkım sıkım yapılır. Çömleklere (Toprak Tencere) konularak haşlanır. Tabaklara dizilir üzerine yağ dökülerek yenir.
 
KIRÇİKLİ KELEM DOLMASI
 Yağlı et bir miktar bulgurla karıştırılarak iyice yoğrulur. Suda haşlanmış lahana yapraklan ufak parçalara ayrıldıktan sonra etleri içine küçük küçük doldurulur.  Sıkılarak tencereye doldurulur. Her sırada bir daha önce hazırlanan domates, biber, soğan, maydanoz gibi sebzeler de küçük küçük doğranarak sıraların arasına doldurulur. Tencere dolunca su haşlanır. Sahanlara doldurularak üzerine yağ serpilir.,
 
TETER HELVASI: Pekmez iyice kaynatıldıktan sonra içerisine bol miktarda yağ dökülür. Sonra içerisine ekmekler ufak doğranır, iyice piştikten sonra sahanlara doldurularak yenir.
 
KIRÇİK: Salatalık kabukları yazdan kurutulur. Suda temizce yıkandıktan sonra tavaya bırakılarak yağda kavrulur. İçerisine soğan, biber gibi maddeler de ekilir.  Üzerine işkene serpilir. (Yoğurt su ile karıştırılarak içerisine yağ ve sarımsak ekilmesidir). Karıştırılarak yenir.
 
KEŞKEK
Nohut ve den suda iyice haşlanır, bir tencereye konur. Başka bir tencerede hazırlanan ve pişirilen et bunun üzerine konur. Soğan, biber gibi maddeler de ufak ufak doğranarak üzerine ekilir. Bolca yağ karıştırılarak kaynatılır. Kaynatıldıktan sonra tabaklara doldurulur. Keşkek hakkında halk şöyle bir tekerleme söylemiş;  keşkek yerken kim bu sözü bir çırpıda söyleyemezse o bir ziyafet verir.
 
HERSE
Kemiklerinden ayıklanmış et güzelce suda haşlanır. Başka bir kap da den  (suda haşlanarak hazır­lanmış buğday) sıcak suda iyice kaynatılır.  Eti kaynayan denin üzerine dökülür. Sonra etle den iyice karıştırılır.  Daha sonra üzerine bolca yağ dökülerek sahanlara doldurulur.
 
MIRTOĞE: Un yağla iyice karıştırılır, üzerine bir kaç tane yumurta kırılır ve karıştırılarak iyice piştikten sonra tabaklara konur.
 
CAVBELEK: Bulgur unu suda iyice pişirilir, kurut (kurutulmuş yoğurt) veya sade yoğurt ayran yapılarak üzerine dökülür, sarımsakla soğan da küçük küçük doğranarak karıştırılır. İyice piştikten sonra kaplara koyulur.
 
HELİMAŞİ: Nohut ile den suda iyice haşlandıktan sonra, başka bir kapta hazırlanan kemikleri sıyrılmış et parçalan bunun üzerine dökülür, ayrıca mercimek, soğan da ekilerek iyice karıştırılır. Etler ile maddeler halim haline gelince üzerine yağ serpilerek tabaklara doldurulur.
 
JAĞ: Dağlarda yetişen bir bitkidir. Yazın toplanır. Turşu gibi tenekelerde veya başka kaplarda tutulur. Kışın tavaya biraz yağ dökülerek içinde pişirilir, üzerine bir kaç tane yumurta kırılır unla karıştırılır, iyice piştikten sonra kaplara konur.
 
GÜLÜK
 İlkbaharda dağlarda görülür, çok nefis bir pancardır. Bu da suda haşlanarak yendiği gibi, yumurtalısı ve pirinçle de pişirilerek yemek yapılır.
 
KENGER
 İlkbaharda dağlarda yetişir. Suda yendiği gibi yumurtalısı da yapılır.
 
SIPİDAK: Buda bir pancardır,  suda haşlanır üzerine yoğurt serpilir ve yumurtalısı da yapılır.
 
UÇKUN: İlkbaharda dağlarda çıkar.  Çok lezzetlidir. Bunun için bir hikâye vardır. Lokman hekim Muşa gelir bakar ki herkes lahana yiyor. Kendi kendine burası benim yerim burada çok hasta olur der. Ancak bahar olur bakar ki çarşıya uçkun gelmiş bunu görünce derdini bulan dermanını da bulmuş, der.
 
KAK: Her türlü meyve ufak ufak kesilerek güneşte kurutulur, bunlar meyve olarak yendiği gibi yemeklerde de kullanılır.
Kaynak: http://www.mus.gov.tr/mahalli-yemekler-mus
İLK ÇAĞDA MUŞ
 
Muş’un  ilk çağ tarihi Urartu’larla başlar, ne var ki Muş’un dahil olduğu Doğu  Anadolu’nun yüksek düzlüklerindeki M.Ö. II.bin’e ait yerleşmeleri, henüz  yeterince gün ışığına çıkarılamadığından, Urartu’ların atalarının kimler olduğu  kesin olarak bilinmemektedir.
 
Doğu  Anadolu’nun bilinmeyenlerle dolu karanlık tarihi dönemleri, Asur kaynakları ve  kitabeleriyle bir ölçüde aydınlanmıştır. İlk çiviyazılı kaynaklar Asur Kralı 1.  Salmanassar (M.Ö.1274-1245) dönemine aittir. Asur kaynaklarına göre Doğu  Anadolu’nun dağlık yörelerinde Nairi Konfederasyonu adı altında birbirinden  bağımsız küçük beylikler vardı. Asurluların baskısı altında yaşayan bu  beylikler 1. Salmanassardan önceki Asur kralının ölümünü fırsat bilerek ayaklandılar.  1. Salmanassar bu başkaldırıyı bastırmak amacıyla Urartu topraklarına girdi.  Asur’luların Urartu-Nairi ayaklanmalarına karşı giriştiği saldırılar  aralıklarla 400 yıl kadar sürdü.
 
Urartu’ların tarih sahnesine  çıkışları M.Ö. XIII. YY’a rastlamakla birlikte devlet olarak teşkilatlanmaları  MÖ. IX. YY.’dadır. Önceleri dağınık  bir  konfederasyon durumunda  olan Urartu’lar  Asur Kralı III. Salmanassar’ın çağdaşı olan ilk Urartu Kralı Aramu (MÖ.850-840)  dan sonra birleşik bir krallık durumuna geldiler.
 
Urartu devletinin gerçek kurucusu Aramu’dan sonra kral  olan I. Sarduri (MÖ.840-830) dir. Kral İşpuini dönemi (MÖ.830-810) Urartuların  büyük bayındırlık işlerine giriştikleri, Menuas dönemi (MÖ. 810-786) Urartu  devletinin Ön Asya’nın en güçlü devleti durumuna geldiği ve devletin egemenlik  alanının genişlediği dönemdir. MÖ. VIII. YY. ortalarında, Urartu Devletinin  egemenliği tüm Doğu Anadolu Bölgesine yayıldı. 1. Argişti (MÖ. 786-764) den  sonra yerine geçen oğlu II. Sarduri’nin dönemi (MÖ. 764-735) Urartu Devletinin  zirvesi sayılmaktadır. Muş Varto’ nun Kayalıdere mevkiinde 1965’te yapılan  kazılarda ortaya çıkarılan Urartu kalesi bu Kralın dönemine aittir.
 
Urartu  Devletinin  bundan sonraki tarihi  Asurlular, Kimmerler ve İskitlerin bitmez tükenmez saldırılarıyla sürdü, Urartu  Devleti, MÖ. 585’te İskid akınları sonunda yıkıldı.
 
Muş’un  Urartu Devleti için önemi krallığın batı yolunun önemli bir merkezi durumunda olmasından  geliyordu. Başkent Tuşpa’dan batıya giden yol Malazgirt Ovasını geçtikten sonra  Murat Irmağı vadisi boyunca Varto’nun güneyinden Muş Ovasına varıyor. Buradan  batıya yöneliyor, Bingöl üstünden Elazığ-Malatya yolu ile de Orta Anadolu ve  Kuzey Suriye’ye uzanıyordu.
 
Muş’un  ilk çağ tarihinde Urartular’ı Medler takip etti. Günümüz İran Azerbaycan’ında  yaşamakta olan Medler, Asur Devleti’ni ortadan kaldırdıktan (MÖ 609) sonra Muş  Ovası’na yöneldiler. Medler, Kimmer-İskit saldırılarından yorgun düşen Urartu  Devleti’ni, tarih sahnesinden silmekte zorlukla karşılaşmadılar. Ne var ki,  Medler’in Doğu Anadolu’daki hâkimiyetleri fazla uzun sürmedi. Persler, Med  ordusunu yenerek (M.Ö. 550) bu devleti ortadan kaldırdılar.
 
Persler’in Doğu Anadolu’daki hâkimiyetleri yaklaşık 200 yüzyıl kadar sürdü. Persler,  I.Dareios zamanında güçlerinin zirvesine çıktılar. Muş ve çevresi Pers hâkimiyetinde  Babil Büyük Satraplığı içinde yer aldı Pers döneminin en önemli gelişmesi,  İmparator II. Artakserkses’e karşı baş kaldıran küçük kardeşi Kiros’un, savaşı  kaybetmesi ve “Onbinler” diye anılan yenik ordusuyla ünlü Anabasis yürüyüşünü  gerçekleştirmesidir. (MÖ 401) “Onbinler” Aras ve Kelkit vadilerine doğru  çekilirken Bingöl ile Muş arasındaki alanları geçmişlerdir. Bu ordunun  çekilişini yöneten Yunanlı komutan ve tarihçi Ksenofon, Muş ve çevre  yaylalarında yaşayan halkın oymak hayatı sürdürdüğünü, ordusuna buğday, arpa,  sebze, et ve binek atı sağladığını anlatır.
 
Muş ve  çevresi, uzun yüzyıllar Romalıların, Partların ve Ermeni derebeylerinin hâkimiyet  mücadelelerine sahne oldu. Doğu Anadolu’nun bu bölgesi adı geçen devletler arasında  sık sık el değiştirmesine rağmen, bu mücadelelerden üstün çıkan taraf Partlar  oldu, Roma İmparatorluğu’nun üstünlüğü hiçbir zaman kalıcı olmadı. Partlar’la, Romalılar  arasındaki bitmez tükenmez savaşların sonuncusu 215-216’da gerçekleşti. Roma  İmparatoru Macrinus, Nisibis, (bugünkü Nusaybin)’i bırakarak geri çekilince,  Güney Doğu Anadolu’dan Fırat’ın batısına kadar olan Roma hakimiyeti sona erdi  (217).
 
Part  ve Pers kökenli Sasani hanedanından gelen I.Ardeşir’in İran’da kurduğu Sasaniler  Devleti (MS 226), Doğu Anadolu’nun tarihinde yeni bir güç olarak ortaya çıktı.  Sasaniler, çok kısa bir süre içinde hâkimiyet alanlarını genişleterek Roma  İmparatorluğunun en büyük rakipleri oldular. Geçmiş Yüzyıllardaki Roma Part mücadeleleri  yerini artık Roma-Sasani mücadelelerine bırakmıştı.
 
Sasani’lerin  hâkimiyeti yaklaşık 400 yıl sürdü. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasıyla  ilkçağ sona erdiğinde Doğu Anadolu, bu kez uzun yıllar sürecek Bizans-Sasani  mücadelelerine sahne olacaktı.
 
ORTA ÇAĞDA MUŞ
 
Muş ve çevresindeki Sasani hâkimiyeti İmparator Heraklios döneminde Bizans Ordularının  Sasani kralı Şahbaraz’ı yenmesiyle sona erdi. Bu arada, VII. yy başında gelişen  Arap akınları sırasında Arap komutanlarından Saad ibn Vakkas, Sasani ordusunu bozguna  uğratınca (637), Sasani devleti de çöktü. Araplar Muş’un güneyine kadar  gelmelerine rağmen Muş ve çevresine Bizans ordusu sahip çıktı.

Muş ve  çevresi Arap akınları döneminden başlayarak Türklerin Bizans ordusunu  Malazgirt’te bozguna uğratmasına kadar (1071) Bizans hâkimiyetinde, Taron  (Taran) Theması idari bölgesinde yer aldı.  Bölge bütün ortaçağ boyunca bu adla anıldı. Müslüman Arap ordularının  Anadolu’ya akınları 640’da başladı. Halife Ömer devrinin sonlarına doğru 641’de  İyaz bin Ganın komutasında Bir Arap ordusu Bitlis, Ahlat ve Muş’u aldı. Habib  bin Mesleme ve Salman bin Rabia bu bölgeye ikinci bir sefer düzenlediler. (642)  Ahlat ve çevresindeki beyleri idareleri altına aldılar. Ne var ki Arap  Müslümanlarının hakimiyeti sürekli olmadı sık sık kesintiye uğradı.

Muş,  Bitlis ve çevresi, Muaviye zamanında bir ara Bizans hâkimiyetine geçtiyse de  Emevi’ler yöreyi yeniden denetimleri altına almakta gecikmediler. Halife Abdulmelik zamanında Muhammet bin Mervan, Muş ve çevresini Diyarbakır Amirliğine bu amirliği de El Cezire Genel Valiliğine bağladı.

Muş ve  çevresi Emevi’lerden sonra Halifeliği ellerine geçiren Abbasilerin ilk  yıllarında Avasım Bölgesi sınırları içinde yer aldı. Sonraki yıllarda  Abbasilerin yöredeki hâkimiyetleri zayıflayınca Muş ve çevresi Bagradiler den  Bagrad adlı prensin yönetim merkezi oldu. Bagrad’ın Bağdat’a gönderilmesi  üzerine bu prensin yönetiminden hoşnut olmayan Muş’lular ayaklandılar.  Ayaklanma sırasında Vali Yusuf Bin Abi Said Al-Marvazi öldürüldü. Bu olaydan  sonra Muş Bagrat Krallığına bağlandı. X.yy’ın ikinci yarısı ile XI.yy’ın ilk  yarısında Muş, Ahlat ve çevresi doğuya doğru genişlemek isteyen Bizans  İmparatorluğu ile Doğu Anadolu’ ya hakim olan Abbasiler arasında sık sık el  değiştirdi.

Selçuklular  Dandanakan Savaşında (1040) Gaznelileri yenip bir devlet olarak tarih sahnesine  çıkınca Tuğrul Bey’in sultanlığı devrinde Abbasiler Selçukluların koruması  altına girdiler. Tuğrul Bey Selçukluların Doğu Anadolu’ya düzenledikleri  seferlerden birinde Malazgirt’i kuşattı (1054) Bu seferle birlikte Selçuklularla  Bizanslılar arasında Doğu Anadolu’daki hakimiyet mücadelesi başlamış oluyordu.

Sultan  Tuğrul Bey’in ölümünden sonra Selçukluların başına geçen Sultan Alparslan  Malazgirt Kalesini ele geçirip, Suriye’ye yönelince Bizanslılar Selçuklu  Türk’lerini kesin yenilgiye uğratmak için İmparator Diogenes komutasında büyük  bir orduyla Doğu Anadolu’ya bir sefer düzenlediler. Bizans Ordusu Malazgirt’i  kuşatıp, ele geçirdi ve kaledeki bütün Müslümanları kılıçtan geçirdi. Bizans  ordusunun Doğuya yöneldiğini haber alan Sultan Alparslan Güneye seferinden vaz  geçti. Hızla Anadolu’ya yöneldi. Malazgirt önlerine geldiğinde kalenin  Bizanslıların eline geçtiğini görünce savaş hazırlıklarına başladı. Romanos  Diogenes’e bir elçi yollayarak barış teklifinde bulundu. O yüzyılın en  kalabalık ordusunu toplamış olan İmparator, Sultan Alparslan’ın barış teklifini  reddetti.

Alparslan  Türklerin Turan diye anılan klasik savaş taktiğini uygulayarak ordusunu dörde  ayırdı. Bu taktiğe göre Selçuklu ordusu biri merkezde ikisi yanlarda, biride  merkezdeki birliklerin önünde olacak şekilde mevzilendi. Sultan Alparslan  Merkezdeki kuvvetin önündeki az sayıdaki birlikle birlikte saldırıya geçti. Bu  kuvvet kısa süren bir çatışmanın ardından yenilmiş görünerek geriye merkeze  doğru çekildi. Türklerin yenilgiye uğrayıp geri çekildikleri sanan Bizans  ordusu karşı saldırıya geçince sağ ve sol tarafta mevzilenmiş olan Selçuklu  kuvvetleri, Bizans ordusunun artlarına sarkarak kıskaç içine aldılar savaş kısa  sürede sona erdi. Bizans ordusu büyük kayıplar verdi. İmparator Romanos  Diogenes esir edildi. Sultan Alparslan Romanos Diogenes’le antlaşma yaptı ve  daha sonra onu serbest bıraktı.

Malazgirt  Savaşının sonuçları büyük oldu. Bu savaşla Anadolu’nun Türkleşmesi dönemi  başladı. Sultan Alparslan komutanlarından Anadolu içlerine seferler yapmalarını  istedi. Böylece Muş ve çevresi kesin olarak Türklerin hâkimiyeti altına girdi.

Muş ve  çevresi 1100 de Selçuklu hanedanlarından Melikşah’ın amcası Yakuti’nin oğlu  olan Kutbettin İsmail’in kölesi Sökmen El-Kutbi Ahlat’lıların daveti üzerine  Ahlat’a gelerek Van Gölü çevresinde Ahlatşahlar Beyliği’ni kurunca bu beyliğin  sınırları içerisine katıldı. Ahlatşahlar zamanında Muş, Malazgirt ve çevresi  tamamen Türkleşirken Muş’da doğunun kalkınmış ve zengin şehirleri arasında  yerini aldı. Muş ve çevresi Ahlatşahlar, Artuklular ve Eyyubilerin hâkimiyet  mücadeleleri sırasında birkaç defa el değiştirdi. 1191’de Eyyubi Meliki,  Malazgirt Kalesini kuşattı ve kaleyi mancınıklarda dövmeye başladı. Erzurum  Hükümdarı Saltuk’un kızı Mama Hatun, başında bulunduğu askeri kuvvetlerle  Ahlatşahların yardımına gelince kuşatma kaldırıldı. Muş ve çevresi, tekrar  Sökmenliler’in idaresine geçti. 1196’da Ahlatşahı Beg Timur’u öldürerek yerine  geçen kölesi ve damadı Aksungur, hükümdarın karısını ve oğlunu Muş Kalesine  hapsetti. Ahlatlılar Aksungurun ölümünden sonra Beg-Timur’un oğlu Muhammet’i  hapisten çıkararak 1197’de hükümdar ilan ettiler.

Ahlatşahlar’daki bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen Suriye Eyyübileri’nden  Necmettin Eyyüb, Muş şehrini ele geçirince Ahlatşahlar’da Erzurum Meliki  Tuğrulşah’tan yardım istediler. Tuğrulşah, Eyyübileri Muş’tan çıkarıp  Ahlatşahlar’ın hükümdarı Balaban’i öldürerek bu ülkeye sahip olmak istediyse de  halk Tuğrulşaha ayaklandı. Tuğrulşah önce Malazgirt’e çekildi ve burada  da tutunamayarak Erzurum’a geri döndü. Muş ve  çevresi, Ahlatşahlar Devleti’nin 1207’de yıkılmasından sonra Necmettin  Eyyubi’nin eline geçti.

Necmettin Eyyübi Ahlat halkına kendisini kabul ettiremedi.  Ahlatşahlar ülkesi, Gürcüler’in baskınlarıyla  perişan edildi. Moğol tehlikesinden kaçan Celalettin Harzemşah Doğu Anadolu’ya  girdiği sırada Van, Ahlat,Erciş, Muş, Malazgirt ve Bitlis çevresi Suriye Eyyübileri’nin  kontrolü altında idi. Gürcüleri ezerek Ahlat’a gelen Harzemşah Celaleddin,  Ahlatı kuşattı ve o devirde Kutbet Al-Islam sıfatını taşıyan Ahlat’a girerek,  şehri üç gün boyunca yağmalattı. Bu arada Malazgirt ve Muş çevresi de bu  yağmadan kurtulamadı. Ahlatşahlar’ın bir kültür merkezi haline getirdiği belde  böylece, bir diğer Türk hükümdarı tarafından perişan edilmiş oldu. Harzemşah’ın  Islam Türk dünyasındaki yanlış politikası üzerine harekete geçen Anadolu  Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat, 10 Ağustos 1230’da Yassıçemen’de  Harzemşah’ın ordusunu perişan etti. Harzemşah Celaleddin, kaçarken Dersim  Dağlarında öldürüldü. Muş ve çevresi Anadolu Selçuklu idaresi altına girdi.

Alaeddin Keykubat Iran üzerinden  gelen Moğol tehlikesine karşı topraklarını korumak için hazırlıklarda  bulunurken Moğollar’ın önünden kaçan Türkmenleri Malazgirt ve Muş çevresine  yerleştirerek bunlardan yararlanmayı düşündü. Malazgirt ve Muş Kalelerine  askerler yerleştirdi ve suları tamir ettirdi. Alaeddin Keykubat’ın ölümünden  sonra Anadolu Selçuklu Devletinde Alaeddinin yerini dolduracak değerli bir  devlet adamı çıkmayınca Moğollar hızla Doğu Anadolu’ya girdiler. 1243 Kösedağ  Savaşıyla Anadolu tamamen Moğollar’ın egemenliğine girdi. Muş ve çevresi de  Moğol tahribat ve katliamına uğradı.

Muş ve Malazgirt Moğollar’dan sonra Iran, Doğu Anadolu ve Irak havalisinde kurulan  İlhanlılar Devleti’nin idaresine geçti. Ne var ki, Doğu Anadolu, hiçbir zaman  Ahlatşahlar zamanındaki zenginliğine ve kültür yüksekliğine ulaşamadı.  Ilhanlılar’ın Iran’da yıkılmasından sonra Muş ve çevresindeki Türkmenler.  Bağdat’ta hüküm süren Celayirliler’in hanı Sultan Üveys (1356-1357) zamanında  katliama uğradılar. Bu esnada Bu esnada Doğu Anadolu’da Karakoyun ve Akkoyun  Türkmenleri hâkimiyet kurmak için mücadeleye başladılar. Doğu Anadolu’ya hâkim  olan Karakoyunlu’lar zamanında Muş, bu beyliğin sınırları içerisinde kaldı.

Bu arada  İran üzerinden batıya doğru ilerleyen Timur tehlikesi ortaya çıktı. Timur’un  önünden kaçan Türkmen boyları Karakoyun’lu topraklarına girince Karakoyunlu  hükümdarınca Muş, Bulanık Malazgirt ve Varto’nun dağlık kesimlerine  yerleştirildiler. Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf, Timur’a karşı koyamayınca  Osmanlılara sığındı. Karakoyunlu topraklarına giren Timur girdiği her yerde  yaptığı gibi Muş ve Malazgirt’i de tahrip etti, halkı kılıçtan geçirdi. Evliya  Çelebi seyahatnamesinde Muş şehrinden bahsederken Timur’un Muş’ta yaptığı  tahribatın izlerinin hala mevcut olduğunu söyler.

Timur  Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt’ı l402 yılında Ankara savaşında mağlup edince Anadolu  tamamen Timur’un kontrolü altına geçti. Timur Çin seferine gitmek için  Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Anadolu’da Osmanlı şehzadeleri arasında taht  kavgaları başladı. Doğu Anadolu’ya geri dönen Karakoyunlu Yusuf. Beyliğini  yeniden kurdu. Kara Yusuf’un ölümünden sonra Akkoyunlular Karakoyunluları  tehdit etmeye başladılar.

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ordusunu Muş Ovası’ nı doğudan çeviren  dağların gerisine gizleyerek Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah ‘ı beklemeye  başladı. Pusudan habersiz ihtiyatsız hareket eden Cihanşah bir gece baskınında  ele geçirilip öldürüldü. Uzun Hasan böylece Karakoyunlu Devleti’nin çöküşüne  zemin hazırladı ve Doğu Anadolu’yu hâkimiyeti altına aldı.

Osmanlılarla komşu olan Akkoyunlu hükümdarı, bütün Anadolu’ya hâkim  olmak için Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’le 2 ağustos l473 ‘de  Otlukbeli’nde savaşa tutuştu. Uzun Hasan, bu savaşta yenilince ülkesi sarsıldı.  Uzun hasan,l478’de ölünce Akkoyunlular’da iç karışıklıklar baş gösterdi.  İran’da şeyh Seyfettin Erdebili neslinden şeyh Haydar’ın oğlu olan Şah İsmail,  İran ve Akkoyunluların toprakları üzerinde Safeviler Devleti’ni kurdu. Şah  İsmail’in annesi Alemşahbanu Uzun Hasan’ın kızıdır. Şii itikadını benimseyen Şah  İsmail, Doğu Anadolu ‘da sünni Türkmenlerin arasında katliama başladı.  Akkoyunlu Türkmenleri’yle Şah İsmail arasındaki mücadeleden en çok Doğu Anadolu  halkı acı çekti.

Muş ve  çevresi Ahlatşahlar yönetimindeyken tamamen Türkleşmiş ve Ahlatşahlar’ın imar  faaliyetleriyle de Doğu Anadolu’nun zengin yörelerinden biri haline gelmişti.  Marco Polo XIII  yy ortalarında Muş ve  Mardin’de pamuk baharat ve çeşitli kumaşların çok miktarda imal edildiğin  kaydeder Muş ve çevresi Moğolların ve Timur’un tahribatından bir hayli  etkilendi ve geriledi. Şehirleri terk eden Türkler köylere ve yaylalara doğru  çekilip çiftçiliği bırakarak hayvan beslemeye başladılar. Akkoyunlu Uzun Hasan  zamanında Uzun Hasanı ziyaret eden İtalyan elçisi Barbaro Muş’tan bahsederken  şehrin meskûn ve kalesinin müstahkem olduğundan söz eder.
 
YENİ ÇAĞDA MUŞ
 
Osmanlı  Sultanı II Beyazıt zamanında kuvvetlenen Şah İsmail Anadolu’da hâkimiyetinin  kurmaya çalışılırken aynı zamanda müritlerini de el altında Anadolu’nun çeşitli  yerlerine göndererek Osmanlılar aleyhine isyanlar çıkartmaya başladı. Şehzade  Yavuz Trabzon Valiliğinde bulunduğu yıllarda Şah İsmail’in durumu yakından  takip ederek tehlikenin farkına vardı. Babasıyla girdiği taht mücadelesinde  galip çıkıp Osmanlı tahtını ele geçirdiğinde ilk işi büyük bir orduyla Doğu  Anadolu’ya yürümek oldu. 23 Ağustos 1514’de Çaldıran’da Şah İsmail’i bozguna  uğrattı. Böylece Doğu Anadolu ve Tebriz Osmanlıların hâkimiyetine girdi.

Yavuz Sultan Selim Doğu Anadolu’da iken bu bölgedeki aşiretler İdris’i Bitlisi’nin önderliğinde Yavuz’un emrine  girdiler. Yavuz Sultan Selim Doğu Anadolu’yu İran’a karşı korumak için bu  aşiretleri birtakım derebeyliklere ayırarak onlara geniş imtiyazlar verdi bu  aşiretlerden İran’a karşı uç beyleri olarak yararlanmaya çalıştı.

Kanuni zamanında Safeviler Doğuya saldırıp Erzincan’a kadar olan yerleşim bölgelerinde  yağma ve katliama girişince Muş ve Malazgirt çevresi de tahrip oldu. Doğu  seferine çıkan Kanuni İran içlerine sefer yaptı ise de da Doğu Anadolu’daki  sınır çatışmaları Sultan IV Murat zamanında 1639 da yapılan Kasr’ı Şirin  antlaşmasına kadar devam etti.

Osmanlı Devletinin mülki taksimatında Muş ve çevresi bazen Van eyaletine bağlı sancak  merkezi bazen de eyaletin Bitlis Hanlığına bağlı bir nahiye oldu. Bitlis  hanlığının ortadan kalkmasından sonra Muş Erzurum eyaletine bağlı sancağın  merkezi olurken, Bitlis’te Muş’a bağlandı. 1700 yılları sonrasında Muş ve  çevresinde bir nevi babadan oğula geçen yerel paşalık vardı.
 
YAKIN ÇAĞDA MUŞ
 
Muşta yerel paşalık yapan Aleaddin paşa zamanında 1794’te İran şahı Doğu Anadolu’ya  girerek Muş ve Hınıs’ı yağmalattı. İran’lıların kışkırtmasıyla çıkan isyanları  bastırmak için harekete geçen Osmanlı Devleti yardımcı kuvvet olarak yerel  paşalardan asker toplarken Muş Beylerbeyi Aleaddin paşanın oğlu Emin paşadan da  yardım aldı ve isyancı aşiretler üzerine yürüdü. 1821 de Kaçar hanedanından  Fatih Ali Şahın veliahtı ve Iran şahı Abbas Mirza Doğu Anadolu’ya girerek Muş  ve çevresini yağmaladı.

1826’da Sultan II. Mahmut Yeniçeri Ocağını kaldırırken  Erzurum Eyaletinde Yeniçeri ağası olan Gürcü Osman Paşa, Muş Beylerbeyi Emin  paşa tarafından yakalanarak Varto’ya getirilip idam edildi. Bu esnada Doğu  Anadolu’daki yerel paşalar, nüfuslarını artırarak merkezi otoriteye karşı  ayaklanmaya başladılar. 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’ ile birlikte  yerel beyliklere son verilmeye başlandı. Muş’un Bağlar Köyü yakınındaki  Alaeddin Paşa oğullarının konağına hücum eden halk, konağı yağmaladı. Devlet  Muş’ta yerel paşalığa son vererek burayı Erzurum’a bağlı sancak merkezi haline  getirdi.

1889’da  II. Abdülhamit Doğu Anadolu’da sükûneti sağlamak ve doğudan gelecek Rus  tehlikesine karşı mahalli güçleri kullanmak için Hamidiye Alayları kurdurdu  Hamidiye alaylarının paşaları yöredeki aşiret ağalarından seçildi. Aşiret  ağalarının oğulları İstanbul’da açılan askeri okullarda eğitilerek Hamidiye  alaylarının başına getirildi. 1890’lı yıllardan itibaren Doğu Anadolu’da  Ermenilerin faaliyetleri başladı. Çeteler halinde hareket eden Ermeniler Muş,  Bulanık, Malazgirt ve Varto köylerinde katliama giriştiler. Hıristiyan ve  doğuda Rusların müttefikleri olmaları sebebiyle Ermeniler hem Avrupa âleminden  hem de Çarlık Rusya’sından yardım görerek komiteler kurmaya başladılar.  Dışarıdan Osmanlı Devletine baskı yaptırarak Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti  kurmak için harekete geçtiler. Hamidiye alayları doğuya dışarıdan gelecek  tehlikelere karşı koymada yararlı olurken aşiret kavgalarında aynı başarıyı  gösteremediler. Muş, Malazgirt, Varto ve Bulanıkta aşiret kavgaları alevlendi  bazı Hamidiye alaylarının taraflı hareket etmesi üzerine yörede asayiş tamamen  bozuldu ve aşiretler arası çatışmalar yoğunlaştı.

XIX. yy’ın  sonları ve XX yy.ın ilk yıllarında Muş bölgesi harici teşviklerle körüklenen  Ermeni Taşnakları’nın ihtilal hareketine sahne oldu. 1894’de Sason ihtilalini  müteakip 1895 senesi içerisinde hükümetin kurduğu ve Erzurum’daki Fransa,  İngiltere ve Rus Konsoloslarının katıldığı bir heyet Muş’ta toplanarak isyanın sebeplerini  görüştü. 1901 senesinde Muş ovasında faaliyetlerde bulunan Ermeni çeteleri  köyleri yağmaladılar ve hükümet kuvvetleri ile çarpıştılar. 1905’teki Ermeni  baskınları Muş ve çevresine büyük zararlar verdi.
 
1.DÜNYA SAVAŞINDA MUŞ
 
1914’de 1. Dünya savaşlarında Osmanlı Ordusu’nun Kafkas seferi büyük hezimetle sonuçlandı. Rus orduları Doğu  Anadolu’yu işgal etmeğe başladı. 1915 yılında Ruslar Eleşkirt ve Pasinler  üzerinden Malazgirt’e doğru ilerlediler. Bundan cesaret alan Ermeniler Rus  işgalini kolaylaştırmak için Muş Varto ve Bulanık’ta Müslüman köylerine  baskınlar düzenlemeğe başladılar. Rusların desteklediği ermeni katliamlarından  korkan halk Elazığ ve Diyarbakır tarafına kaçmağa başladı. 1915 yılının Şubat  ayında Varto, 1916 yılında da Muş Rus ordusunun eline geçti. Rus ordusu  içerisinde gönüllü askerlik yapan Ermeniler asırlar boyu beraber yaşadıkları  Muş halkını katletmeğe başladılar. 1916 yılında Diyarbakır 16. Kolordu  Komutanlığına Çanakkale’de başarı kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa atanınca buradaki  çatışmaların seyri değişti. Kısa zamanda toparlanmağa başlayan 2. Ordunun 16.  Kolordusuna ait 8 tümen Muş çevresinde toplanmış, gönüllülerle 3 Ağustosta  saldırıya geçti ve Kurtik dağları üzerinden Muş şehrine girdi. Rus birlikleri  kontrolleri altındaki köylerde katliam yaparak geri çekildiler. Ne var ki  Ruslar yeni birliklerin katılmasıyla yeniden saldırdılar ve Muş’a girdiler. Ama  Rus işgali fazla uzun sürmedi. Türk ordusu 1917 yılının bahar aylarında karşı  saldırıya geçerek 30 Nisan günü şehri Ruslardan geri almağa muvaffak oldu.

18  Ağustos 1917 de yapılan ateşkes antlaşmasına göre Ruslar Doğu Anadolu’dan  çekildiler. Ruslar çekilirken ordunun ağırlıklarını Ermenilere bırakarak onları  Türk’lere karşı harekete geçirmeğe çalıştılar.1. Dünya savaşının galipleri  Mondros Mütarekesi Wilson prensipleri ve Sevr antlaşmasında açıkça görüldüğü  gibi Doğuda Ermenilere devlet kurdurtmağa çalıştılar. Ermeniler de bu  toprakları ele geçirmek özellikle Wilson   prensiplerindeki maddeye göre bölgede çoğunluğu elde etmek için  katliamlara giriştiler. Muş ve çevresi de bu katliamlara maruz kaldı.
 
KURTULUŞ MÜCADELESİNDE MUŞ
 
Sevr  anlaşmasına dayanarak Doğuda devlet kurmak isteyen Ermeniler  teşkilatlandırdıkları komitelerle katliamlarına devam ederken, Anadolu’da işgal  edilmeye başlanmıştı. 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıkan Mustafa Kemal Paşa Amasya  tamimini yayınladıktan sonra Erzurum’a geçti.   Bu sırada Doğu Anadolu halkı Ermeni katliamlarını durdurma ve Ermenilere  karşı mücadele kararı alırken civar vilayetlere dağılmış olan Muş halkı da  yeniden şehre dönmeye başladı. Ermenistan üzerinden Doğu Anadolu’ya giren  Ermeni orduları, Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusunca yenilgiye  uğratıldı. Gümrü Antlaşmasıyla da Doğu Anadolu işgal ve katliamlardan kurtuldu.
 
CUMHURİYET DÖNEMİNDE MUŞ
 
Cumhuriyetin  ilânından sonra yurtta kalkınma hamlesiyle birlikte önemli inkılâplar yapılmaya başlandı. Bu inkılâplara  tepki. Olarak Doğu Anadolu’ da Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Bu isyanı  destekleyenlerin başında Ha-midiye Alayları’nın komutanlığını ya­pan ve doğuda büyük nüfuzu olan Halit Paşa  da bulunuyordu. Halit Paşa’nın Osmanlı  Devleti’nin çöküşü sırasında kurulan zararlı cemiyetler­den Kürt Teali  cemiyetiyle yakından ilişkisi vardı.  Hamidiye Alayları’nın gücüne güvenen Halit Paşa, dışar­dan da destek göreceğini umarak isyan etmek için yöre halkından kuv­vet toplamaya  başladı.   T.B.M.M. Bit­lis Mebusu Yusuf Ziya Bey’le anlaştı. Kendisi  Doğu Anadolu’da ayaklanır­ken bir yandan da  isyanının amacını diğer Cemiyeti  Akvama duyurarak olayı  milletlerarası mesele haline ge­tirmeye  çalıştı. Halit Paşa bu maksat­la Varto’nun Kereç  Köyü’nde aşiret ağalarıyla yaptığı  toplantıda umduğu desteği bulamadı. Bunun üzerine kendisine katılmayan ağaları, Ankara Hükümeti’ne  isyan etmiş gibi göster­meye çalıştı.  Aşiretler üzerine yaptığı baskınlarla  Varto ve Bulanık çevre­sinde yağmalama hareketlerinde bu­lundu. Olayın aslı anlaşılınca Halit Bey  Erzurum’a davet edilerek orada Kolordu  Divanı Muhasebat Komisyon Reisliği vazifesiyle alıkondu ve miralay rütbesi verildi. Erzurum’da siyasi  faaliyetlerine de­vam eden Halit Paşa bu  sefer şeyh­lere yanaşmayı denedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarmış olduğu ka­nunları İslam’ın aleyhine  göstererek Şeyh Sait’in desteğini aldı. Pasinler depremi sebebiyle Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Atatürk, Halit  Bey’in faaliyetlerini öğrenerek  tutuklanması­nı emretti. Bitlis Cezaevi’nden Şeyh Sait’le haberleşen  Halit Bey, isyanın bastırma emrini verdi.  5.2.1925’de Doğu Anadolu’da büyük bir  isyan çıktı. Şeyh Sait’in kuvvetleri  dört kola ayrılarak Doğu Anadolu’ya yayılırken dördüncü kol Muş, Varto, Malazgirt ve Göynük çevresini işgal etmeye çalıştı. Varto’yu ele geçiren isyancılar Muş’a ilerledilerse de  Muş Vali Vekili Sırrı Bey, halktan topladığı yardımcı kuvvetlerle Murat Köprüsü  civarında Şeyh Sait’in isyancılarını mağlup etti ve isyancıların Varto’ya geri çekilme­sini sağladı. Bu olaylar esnasında Halit Bey ve Yusuf Ziya, Bitlis Cezaevinde idam edildi. Dört ayrı  yerdeki isyanın üçü bastırılınca Şeyh Sait Varto’ya gelerek Bulanık  üzerinden İran’a geçmeye çalıştı. Şeyh Sait’in önderliğinde Muş’a doğru tekrar iler­leyen isyancılar, Muş-Varto arasında­ki tarihi Abdurrahman Paşa  Köprüsü üzerinde askeri kuvvetlere teslim ol­mak  zorunda kaldı. Böylelikle Muş halkının desteklemediği, ama Var­to’ya büyük zararlar vermiş olan Şeyh Sait isyanı sona erdi.
Kaynak: http://www.mus.gov.tr/ilimizin-tarihcesi

• Bulanık
• Hasköy
• Korkut
• Malazgirt
• Merkez
• Varto

Muş ekonomisi tarıma dayanır. Sanâyi gelişmemiştir. 10 kişiden fazla işçi çalıştıran sanayi iş yeri sayısı 5’i geçmez. Faal nüfûsun % 85’i tarımla uğraşır. Tarla tarımı hayvancılıktan sonra gelir. “Velikanı” peyniri ve kilimi (geometrik şekilli) meşhurdur. 

Tarım: En çok tahıl ekimi yapılır. Ekim alanı az ve iklim şartları elverişsiz olduğundan tarım ürünü çeşidi ve verim azdır. Sebzecilik ve meyvecilik gelişmemiştir. Az miktarda kavun, karpuz, üzüm ve lahana yetişir. Başlıca ürünleri buğday, arpa, mısır, nohut, tütün ve şekerpancarıdır. 

Hayvancılık: Muş ili ekonomisinin temeli hayvancılıktır. Besi hayvancılığı henüz başlangıç safhasında olup, mer’a hayvancılığı en geniş olanıdır. Yayla ve platolar hayvancılık için çok müsaittir. İlde sığır, koyun, kılkeçisi ve kümes hayvanları beslenir. Arıcılık gelişmiştir. 

Ormancılık: Muş ilinin orman varlığı oldukça azdır. 80 bin hektara yakın ormanlık ve 20 bin hektara yakın fundalık alanı vardır. Bu ormanlardan 50 bin ster yakacak odun elde edilir. 

Mâdenler: Merkez ilçe yakınlarında barit mâdeni çıkarılmakta olup (EMAŞ) tarafından işlenmektedir. 

Sanâyi: Muş ilinde sanâyi gelişmemiştir. Son senelerde sanâyi sektörünün gelişmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Başlıca sanâyi kuruluşları Muş Süt Fabrikası, barit yataklarından çıkarılan mâdeni işleyen EMAŞ Endüstri Minarelleri A.Ş., Muş Şeker Fabrikası ile yem fabrikası ve meyan kökü çıkarma ve işleme fabrikalarıdır. 

Ulaşım: Muş’a 1955’te demiryolunun gelmesi ili, ulaşım ve ekonomik bakımdan güçlendirmiştir. Son senelerde İran ile ticarî münasebetlerin gelişmesi ise Muş, Bitlis ve Van’a büyük faydalar sağlamıştır. Elazığ-Bingöl’den gelen demiryolu Muş’a ulaşır. Demiryolu ile Bitlis, Van ve İran’a bağlanmış olur. Malatya-Elazığ-Bingöl’den gelen karayolu Muş’tan geçerek Bitlis ve Van’a ulaşır. İl dâhilinde 280 km devlet yolu ve 300 km il yolu vardır.

Kaynak: http://www.cografya.gen.tr/tr/mus/ekonomi.html

GELENEKLER 

Muş ve çevresinin sosyal hayatında geleneksel yapı hâkimiyeti sürmektedir. Tarihe bakıldığında Türk Devlet geleneğinin en köklü ve en belirgin yapısı olan aşiret unsuru özelliğini halen korumaktadır. Zira Türk devletleri Tarihinde, aileler birleşip obaları; obalar birleşip aşiretleri; aşiretler birleşip oymakları; oymaklar birleşip beylikleri; beylikler birleşip devletler oluşturuyorlardı. Bu noktadan hareketle töreler inançla birleşip önemli bir konuma gelmiş özellikle köylerimizde bu hayat biçimi sosyal yapıyı güçlendiren bir faktör olarak karşımıza çıkar. 

DOĞUM TÖRENLERİ 

Muşlular esasen kalıplaşmış ve eskiden beri devam ede gelen birçok merasimleriyle kendi gelenek ve göreneklerini devam ettirmektedirler. Doğum törenleri de modern tıbbın hayatımıza girmesiyle unutulmaya yüz tutmuştur. Doğuma Hazırlık: Doğumun olacağı ev büyük bir temizlik yapılarak hazırlanılır. Güzel kokularla evin havası değiştirilir. Anne adayı yıkanır ve yeni elbiseler giydirilir. Göbek annesi (Çocuğun göbeğini kesen) denilen çok çocuklu anneler ve tecrübeli nineler davet edilir. Komşuların hazırlamış olduğu çörek ve yemekler, gelen misafirlere ikram edilir. Doğum zamanı yaklaştığında evin yeme içme ihtiyaçları genellikle komşular tarafından karşılanır. Sofra hazırlanarak anne adayının evine getirilir. Bu durum doğum gerçekleştikten sonra yedi gün boyunca devam eder. Doğum müddetinden kırk gün sonra ya da kırkı çıktıktan sonra baba, yeni doğan bebekle birlikte eşini kayınpederine götürür. Belli bir süre geçtikten sonra ya kendisi ya da kayınpeder tarafından eşi ve çocuğu geri getirilir.

 DOĞUM SONRASI TÖRENLER

 Ad Verme: Çocuğun doğumunu müteakip 3–7 gün içerisinde özellikle baba (damat) tarafının büyükleri ve anne (gelin) tarafının büyükleri, bebeğe isim verilmesi için davet edilirler. Büyüklere danışılmadan ve onay alınmadan büyüklerden herhangi birinin adının bebeğe verilmesi hoş karşılanmaz. Bebeğe isim verilirken, kundaklı bebek kucağa alınır. Sağ kulağa ezan, sol kulağa tekbir okunarak bebeğin ağzına kızılcık ya da içinde şeker eritilerek hazırlanan sudan verilir. Bu merasimin sonunda çocuğa ismi verilir. Doğan her çocuk için maddi durumları iyi olan ailelerce ‘Akika’ denilen kurbanlar, fakir ailelere dağıtılmak amacıyla kesilir. Ayrıca yakın komşular yemeğe çağrılır. Beşik: Bebek dünyaya geldikten 40 gün sonra anne ayağa kalkarak evin dışına çıkar. Loğusa annenin, anası kız kardeşi babasını evlerine gönderme amacı ile bu merasim düzenlenir. Kırkıncı günde eve yakın komşular ve akrabalar davet edilir. Her davetli yanında çocuk için giyim, beşik aksesuarları çeşitli hediyeler getirirler. Bu hediyeler arasında nazar boncuğu mutlaka bulunur. Getirilen bu hediyeler, önceden hazırlanmış beşiğe ya da yastığa iliştirilir ve hayır duada bulunulur… Misafirlerin gitmesinden sonra yaşlı ve saygın bir bayan tarafından (genelde loğusa annenin kayınvalidesidir) bir leğende ‘Kırk Suyu’ hazırlanır. Çocuğun saçını kesmekle görevli kişice çocuğun saçı kesilir ve çocuk yıkanmaya alınır. Tas veya büyükçe bir tahta kaşıkla su, ‘Kırk Suyu’ndan dua ve niyazlarla alınıp çocuğun başına dökülür ve annesinin ziynet eşyalarının batırılmış olduğu ılık suda yıkanır. Daha sonra yıkama işini yapan hanım tarafından bir defa sallanır ve kurulanıp pudralanarak giydirilir ve kundaklanır. Bebeğin tıraşındaki saçı toplanarak tartılır. Bu saçın ağırlığınca altın, gümüş ya da para, tıraşı yapana verilir. Zengin aileler de adak kurbanı keserek etini yedi yoksul aileye dağıtırlar. Bebeğin saçı ise yeni bir beze sarılıp saklanır. Sünnet Merasimi: Eğer bebek erkek ise, masraflarını üzerine alan bir yakının kirveliği eşliğinde sünnet ettirilir. Sünnet zamanı bebek ya bir haftalık iken ya da yedi yaşına kadar bekletilebilir. Kirve olanın bütün ailesi de sünnet olan çocuğun ailesinin kirvesi sayılır ve yeni bir yakınlığın doğmasına sebebiyet verir. Bu gelenek karşımıza çok eskilerde yaşanan ‘Putlaç’ geleneğinin uzantısı olarak çıkar. (Putlaç, kirvelik geleneğinde kirvenin ailesi ile çocuğun ailesi arasında, – İslam’dan gelen bir hüküm olmamasına rağmen- kız alıp vermeme ve kirveliğin akrabalık derecesine vardırılmasıdır.) Diş Hediği: İlimizde çocuğun ileride hangi mesleği seçeceğini belirlemek amacıyla veya gurbette bulunan çocuğun hal ve durumunun nasıl ya da ne şekilde olduğunu anlamak için uygulanan bir takım pratik ve yorumlara dayalı fal şeklidir. Çocuk ilk dişini çıkardığında yakın akrabalarının katılımıyla ‘Diş Hediği’ adı verilen küçük bir merasim de çocuğun önüne her birisini ayrı mesleği temsil eden bıçak, kalem, kitap, bilezik, ekmek gibi nesneler bırakılır. Çocuk bunlardan hangisine uzanır ve alırsa ileride o mesleği seçeceğine inanılır. Eğer çocuğun diş çıkardığının farkına ilk annesi varır ve bir büyüğe sürpriz yaparsa çocuğun dişlerini gören ilk kişinin de çocuğa hediye alması usulden de olsa gerekli hale gelir. 

EVLENME GELENEĞİ 

İlimizde ataerkil aile düzeni hâkimdir. Bu nedenle geleneksel olan görücü usulü ile evlenme Orta Asya’dan gelen bir yaşam biçimi olarak karşımıza çıkar. Bilindiği üzere Dede Korkut Destanlarından Bamsi Beyrek, evlendirilmek istendiğinde babası, Kanlı Koca’ya evleneceği kızın vasıflarını ve bu vasıflar doğrultusunda evleneceğini, kızı görmeye bu şekilde gidebileceklerini ifade etmiştir. Hatta günümüzde izleri yavaş yavaş silinmeye başlayan Beşik Kertmesi olayının benzerine de Dede Korkut Destanlarından Bamsi Beyrek hikâyesinde rastlıyoruz. Kız Görme (Bakma): Kız görmeye (bakmaya) erkek tarafının büyükleri karar verir. Aracılara müracaat edilir. Kız tarafına yakın (genellikle akraba) birinin vasıtasıyla ya haber gönderilir ya da beraber görücü gidilir. Görücü gidenler, kızın ev içerisindeki hal ve hareketlerini, güzelliğini gözlerler. Kızdan, el ve ev işlerindeki becerilerini görmek amacıyla işlediği nakışları göstermesi istenir. Usulen su istenir. Su verirken gelişine, yürüyüşüne; suyu verirken duruşuna dikkat edilir. Kız da bu konularda dikkatli ve eğitimlidir. Suyu ikram ederken elini göğsüne koyar ve saygıyla hafifçe tebessüm eder. Bunu bardağı geri alırken de yeniler. Bu hareketler, kızın aile terbiyesi ve inceliği açısından önemli göstergeler olarak kabul edilir. Görücüye gelen misafirler giderken yine gelin adayının ayakkabılarını nasıl önlerine koyduğuna dikkat ederler. Kız İsteme ve El Öpme: Bu konu iki aile arasında ortaklaşa tespit edilir. Genellikle Perşembe günleri kız istemeye gidilir. Günümüzde hafta sonları da ‘kız istemeye’ dâhil edilmiştir. Erkek tarafı yakın akraba ve komşularının ileri gelenleri ile birlikte erkekli kadınlı yatsı namazından sonra kız evine giderler. Erkekler ayrı bir odada toplanırlar. Yapılan ikramlar özellikle kabul edilmeyip önce hal hatır sorularak erkek tarafının en yaşlı olanı söze başlar — Efendim siz bize buraya neden geldiğimizi hiç sormadınız? ( Kızın velisi biraz sıkılgandır. ) — Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Misafire niçin geldiniz diye sormak bizim gelenek ve göreneklerimizde yeri yoktur, ayrıca bunu sormak bize düşmez. — Eh o halde biz buraya niçin geldiğimizi açıklayalım: Biz buraya Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızınız …….’yi oğlumuz ………’e istemeye geldik. Kulun takdirinden çok Takdir-i Huda önemlidir. Rızayı-i Bariye itaat etmek gerekir. Hz. Peygamberimiz ‘evlenin’ diye buyurmuşlardır. Bu sünnette uymak muteberdir. İcap etmesi durumunda diğer misafirlerde söze karışırlar. Neticede kızın babası kendi ev halkının ve kızının görüşünü de aldıktan sonra ve uygun görülmüşse şunları söyler: “Misafirler siz hoş geldiniz, sefa geldiniz. Siz böyle uygun görüyorsanız ben de; bir kızdır size kurban ettim. Allah mutlu ve hayırlı etsin” diyerek rızasını bildirir. Bunun üzerine erkek tarafının en genci kız tarafının en büyüğünden başlayarak ellerini öper. Bu törene ‘el öpme’ denir. Bu arada hazırda bekletilen fakat başta kabul edilmeyen ikramlar yeniden talep edilir ve koyu bir sohbet ortamı sağlanmış olunur. Kadınları bulunduğu odaya da haber salınır. Erkeğin annesi, babası veya bacısı gelin adayına söz yüzüğünü takarlar. Çeşitli ikramlardan sonra erkekler arasında gelin adayı tarafına istenen hediyeler konuşulmaya başlanır. Bu hediyeler genelde at, silah, takı ve başlık parası kararlaştırılır. Bazı yörelerimizde başlık parasına”Süt Hakkı” denir. Bu adetler günümüzde unutulmaya yüz tutmasına rağmen az da olsa bazı köyler de bu adetler halen sürmektedir. Şerbet İçme: Nişan törenine yörede ‘şerbet İçme’ denilmektedir. Bu tören genellikle Pazar günleri yapılır. Erkek tarafı, eş-dost dolaşarak ya da koçurgan (davet edici) vasıtasıyla tören duyurulur. Şerbet İçme töreni kızın evinde yapılır. Erkek evinden en az iki kadın şerbet ezmek ve dağıtmak üzere sabah erkenden kız evine gider. Erkek evinden getirilen şeker, suda eritilir ve şerbet renklensin diye içine kızılcık şekeri katılır. Şerbet ikramı sırasında biri misafirlere kuru, diğeri ise ıslak havlu tutarlar. Erkek tarafının davetlileri öğleye kadar törene katılırlar. Misafirler, erkeğin babası ve mahallenin hocası tarafından karşılanır. Şerbet, gümüş kupalarda ikram edilir. Erkeklerin töreni bitince, kadınlarınki başlar. Tören gece yarısına kadar sürer. Kadınlar, önce erkek tarafının evinde toplanırlar. Sonra topluca kız evine giderler. Burada önce eğlence faslı başlar; kadınlar bir ağızdan oyun havaları söyleyip def çalarlar. Bu şenlik vakit ilerledikçe nişan yapılacak yere doğru kayar. Erkek tarafının eşya sandığı odanın ortasına konulur. Sandık açılır, içindekiler teker teker gelen kadınlara gösterilir. Takılar gelin adayına takılır. Buradaki tören böylece sürer gider. Sabah kız tarafı bir sürahi şerbetle nişan yüzüğünü erkek evine yollar. Damat adayı nişan yüzüğünü parmağına takar ve yüzüğü getiren kadına şerbet ve bahşiş verir. Nişanla düğün arasında geçen her ayda ‘Pay Töreni’ (Gelin Görme) yapılır. 

Kaynak : Muş İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Arşivi